Fast Money. İslam dini, diğer konularda olduğu gibi idari mekanizma hususunda da görüş belirtmiştir. Devlet yönetimi ile ilgili belli ilkeler koymuştur. Ayrıntı kısımlarda bu ilkelere bina edilerek uygulanır. Adalet, hukuk, insanların haklarını ihlal etmemek, devlet yönetimini kötüye kullanmamak vs. gibi ilkere sadık kalınmak suretiyle devlet yönetilmelidir. Şeriat, İslam’ın getirdiği hükümlerin genel adıdır. Devlet yönetimi de bunun içine girmektedir. Doğru İslamiyeti ve İslama uygun doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan, ama İslama uymayan bazı uygulamalar İslamiyete ve Müslümanlara zarar vermektedir. Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret ediyorsunuz. Bir başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete düşüyorsunuz. Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor Bunlar şeriatı bilmiyorlar!.. – Şeriat nedir, ne değildir? Şeriat “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi manalara geliyor. İnsan, bir kavramı reddederken de kabul ederken de anlamını bilmeli, diye düşünüyoruz. Taraftar olmak veya olmamak ayrı mesele. En çok tartışılan kavramlardan biri de “şeriat.” Bu konuda bir çok kişinin kafası bir hayli karışık. Anlamını bilen de konuşuyor, bilmeyen de. Önce, Şemseddin Sami Efendinin, dilimizin en esaslı lugati olarak bilinen “Kamus”una bakalım Şeriat, “evamir ve nevahi-yi İlahiyye ve âyet ve hadis ve icma-ı ümmet esasları üzerine müesses kanun-u İlahi” diye tarif ediliyor. Tarifte iki unsur dikkat çekiyor. Biri, şeriatın “İlahi emirler ve yasaklar” oluşu. Diğeri, bu İlahi kanunların “âyet, hadis ve icma” denilen temeller üzerine kurulu bulunduğu. Ömer Nasuhi Bilmen ise, “Hukuk-u İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu” adlı mükemmel eserinde bu ıstılahı ayrıntılı biçimde şöyle açıklıyor “Şeriat, din lisanında, Cenab-ı Hakk’ın, kulları için vazetmiş olduğu dini, dünyevi ahkamının heyet-i mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile müradif olup, hem ahkam-ı asliye denilen itikadiyatı, hem ahkam-ı fer’iye-i ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva eder.” “Şeriat, umumi manasına nazaran bir peygamber-i zişan tarafından tebliğ edilmiş kanun-u İlahi demektir. Ahkam-ı şer’iye denilince, bundan kanun-u İlahi hükümleri manasını anlamak lazımdır. Ve bununla asıl Kur’an’a, Hadise, İcmaa sarahaten müstenid olan hükümler kastedilmiş olur.” Bu ayrıntılı tarifte şu temel noktalar ustalıkla sıralanmış 1. Şeriatı, kulları için Allah Şeriat, dini ve dünyevi hükümlerin Şeriat, “din” kelimesiyle Şeriat kavramının içinde, imani hükümlerin yanında ahlaka, ibadete ve günlük hayattaki işlere dair hükümlerin hepsi Genel anlamda, her peygamberin getirdiği İlahi kanunlara da şeriat Şeriat kelimesiyle, açıkça Kur’an’a, Hadise ve İcmaa dayanan hükümler kastedilmiş olur. Asrımızın en büyük müfessirlerinden olan Elmalılı Hamdi Efendinin, “Hak Dini Kur’an Dili” isimli pek kıymetli tefsirindeki şeriat tarifi de şöyledir “Lugatte bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. Bunda, insanların hayat-ı ebediyeye ve saadet-i hakikiyeye ulaşması için, Allah Teala’nın vaz u teklif ettiği ahkam-ı mahsusaya ve mezheb-i müstakime bilistiare ıtlak edilmiştir ki, din demektir.” Bu tarifte de bazı önemli noktalar dikkati çekiyor 1. Şeriatı Allah koymuş ve kullarını sorumlu Allah, şeriatı kullarının ebedi hayata ve hakiki saadete ulaşması için Şeriat, müstakim, yani doğru yolun adı olup, hususi hükümlerden Şeriat, din demektir. Asrımızın büyük âlim ve mütefekkiri Bediüzzaman ise, şeriatı tarif ederken şunları söylüyor “Şeriat ikidir. Birincisi, alem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriattır. İkincisi, insan-ı ekber olan alemin harekat ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki, bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir.” Bu tanımda da önemli noktalar vardı. Şeriatı ikiye ayırarak tarif ediyor, tabiat mefhumuna da açıklık getiriyordu Bediüzzaman. 1. “Küçük âlem” olan insanın fiillerini ve işlerini düzenleyen ve Allah’ın “kelam” sıfatından gelen bildiğimiz “Büyük insan” olan âemin hareketlerini ve durumlarını düzenleyen Maddi âlemdeki kanunlara “tabiat” demek yanlış. Çünkü, bu kavram Allah’ı hatıra getirmiyor. Oysa, bu “fıtri” kanunları koyan ve tatbik eden O’dur. Bu izah, başka bir manayı da hatırlatıyor Kainattaki varlıklar, Allah’ın “fıtri” kanunlarına isyansız itaat ettikleri için, bu alem muntazam ve mükemmel. Hiçbir yerde en küçük bir karışıklık yok. Demek insanlar da yaşayışlarında İlahi kanunlara isyansız itaat etseler, özlenen ahenge kavuşacak ve aradıkları saadete erecekler. Uyumsuzluğun ve huzursuzluğun sebebi, isyan ve tuğyanlarıdır. Ahiret saadeti gibi, dünyevi huzurun da çaresi İslam’dadır. Bütün bu tanımlara göre, “şeriat” diyen birisi, “din kuralları” demektedir. İnsan ise, hür bir varlıktır. Kabul de edebilir, red de… “Dinde zorlama yoktur.” – Şeriat nasıl yaşanır? Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin. İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi. Akıl, O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor. Sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat manası, “Su membaından su almak için girilen yol.” Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler “Şeriat, tarikat yoldur varana,Hakikat meyvesi andan içerü.” Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır. Tarikat, nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı. Kısacası, hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek gerek. Büyük müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim “Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.” Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine ermiştir. Büyük imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır. Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur. Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi demektir. Dinin temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki manasıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu işliyorlar. İnsana gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade takılıyor. İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan kaçıyor. Bu iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem çıkarılmış. İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor. İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor. Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz. Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur. İslâmî hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar. Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri. Diğeri, ailesine karşı vazifeleri. Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri. Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas tutulmuş. Bu ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer almış. Şunu özellikle ifade etmek isteriz İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”Zâriyât, 51/56 âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller. Bu konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mümini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak gerek. Bütün insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp etmez. İslâm’ın temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî emirlerdir. Devlet yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mümine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir. “Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulû’l-emirlerimiz düşünsünler.” Bediüzzaman İslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayri müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap olur. Hırsızlık ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mana ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla suçluyorlar. Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece Müslim – gayrı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine düşüyorlar. Namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır. – Asrımızda Şeriat geçerli midir? Bu noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış. Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur. İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar. Şeriatın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar “Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.” İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın değil. Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir. İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum.” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i sünnet itikadınca mümkün değildir. Bunu ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i sünnet âlimleri müttefiktir. Çok dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz. Yunus Emre’nin “ Dizelerini “şeriat, cemaat yoldur varana” diye hafifçe değiştirelim. Buyurun siz de bakın, sonuçta etrafta görünen nedir? Varlık boşluk kabul etmez. İçeriği boşaltılan bir varlığın kendisi de ortadan kaldırılırsa onun yarattığı boşluğu ne doldurur? Doğamız gereği genellikle bir şeylerden kurtulmaya çalışırız, ama o kurtulduğumuz şeylerin bıraktığı boşluğu pek hesaba katmayız! O öyle bir boşluktur ki, bu boşluğun yarattığı sarsıntı ortadan kaldırılanın kendisinden çok daha ağır ve fecidir! Neredeyse bütün olumlu işlevlerini yitirmiş olan tekkeler, zaviyeler, dergâhlar ilga edilince doğal olarak onların bıraktığı bir boşluk oluştu. Bu boşluğu ne ile doldurduk? Veya şöyle soralım, doldurduk mu, doldurulması gereken bir boşluk olarak gördük mü? Koyun Yoksa Keçi Atalarımız bu tür sorulara ebedi cevaplar vermişler, çarpıcı metaforlar yükleyerek. Demişler ki, "Koyunun olmadığı yerde keçiye abduraman çelebi derler!" Yani bu, koyunların ortadan çekilmesiyle oluşan boşluğu keçiler doldurur demek! İlk hocamız Ahmet Yesevi'den beri, biz Türklerin dini kaynağı medrese değil, daha ziyade tekkeler olmuştur. Yani bizimkisi ilimden çok aşktan, akıldan çok gönülden, medreseden çok tekkeden, şeriattan çok tarikattan, fetvadan çok takvadan, azimetten çok ruhsattan, nesirden çok şiirden gelen bir dindir ve asırlar boyu bu, böyle olmuştur. Bu yüzden Allah'ın resulü olmaktan ziyade Allah'ın habibi bir peygamber algımız vardır. Bu yüzden hiç bir İslam toplumunda olmadığı kadar; doğumda, ölümde, nişanda, nikahta, asker uğurlamada, hacı karşılamada, ev almada, velhasıl her kutlama töreninde Mevlid okuma törenleri hayatımızın her alanını kaplamıştır. Bütün bu törenlerle peygamberimizin doğumunun ne alakası vardır? Bu yüzden, Osmanlı tarihi boyunca en çok okunan, hatta binlerce kişi tarafından ezberlenen kitap Muhammediye adlı bir kitaptır. Bu kitap dokuz bin beyit civarında bir şiirdir. Yüz binlerce insan asırlar boyunca peygamberimizi anlatan bir şiiri, hem de ezberden niye okur? Bizim din anlayışımızda şiirin, tekkenin, zaviyenin, dergâhların dolayısıyla bunların merkezinde olan aşkın ve gönlün derin etkileri vardır. Tekkelerin kapanmasıyla beraber bu etki de kapatılmış mıdır? İşte bu soruya gönül rahatlığıyla “evet” cevabı verilemez. Mekânları kapatırsınız amma o mekânlara gönülden bağlananları gönüllerini nasıl kapatacaksınız? Bir cemiyet dini olan İslamiyet, Türk toplumunda tarikatlarla çok sıkı bağlar kurarak aynı zamanda bir cemaat dini de olmuş, ister sahih, ister çürük bu ilişki yüzlerce yıl devam etmiştir. Tekkelerin kapanmasıyla dağılan bu gönül birlikleri ne olmuştur? Tekkeler, zaviyeler, dergâhlar, tarikatlar kapatılmış, faaliyetleri yasaklanmıştır amma sonuçta insanların o gönül birliklerinin sadece mekânı, statüsü, adı değişmiş o ruhani cemiyet yine devam edegelmiştir. Hangi adla? Ve sonucu neye mal olarak? Tarikattan Cemaate Tarikat ve dergâhların kapanmasıyla beraber, varlığın boşluk kabul etmeyeceği ilkesi tekrar devreye girmiş ve etrafı çok değişik cemaatler kaplamıştır. Bu engellenebilmiş midir? Tabii ki hayır. Tarikatlarda bir şeyh vardır ve onun etrafında kümelenmiş dervişler. Tarikatlar ruh arındırma yollarıdır. Dünyevi varlık alanlarıyla pek ilişkisi, sermaye hareketleriyle pek alakaları yoktur; zira bu doğalarına aykırıdır. Bazı tarikatların zamanla kapital sarmala düşmeleri, onlara özgü bir sapma olmuş olabilir. Osmanlının en büyük tarikat hareketlerinden birinin lideri olan Hacı Bayram Veli çiftçilik yapar ve geçimini öyle devam ettirirdi. Ruhani liderler, dünyevi liderleri manen desteklemiş ve onların yanında manevi fatihler olarak yer almışlardır. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Zamanla tarikatların bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışan cemaat hareketlerinde de bir cemaat lideri vardır. Bu kişinin de manevi bir otoritesi mevcuttur. Fakat cemaatler tarikatların aksine sermaye hareketleri içinde fazlasıyla yer almışlar, bir müddet sonra muazzam meblağları kumanda eder hale gelmişler, varlıkları tehlikeye düştüğü anda tarikatlar gibi bunu sineye çekmeyi kabule yanaşmamışlar, aksine müthiş bir savaşın içine girmekten zerrece çekinmemişlerdir. Tarikatlarda baskın olan otorite genelde bireyin ruhani akışına ilişkinken, cemaatlerde otorite ruhani alandan ziyade dünyevi iktidarın tecessümüne ilişkin alanlarda daha aktiftir. Lider mutlak itaat bekler ve hareketin özgül ağırlığını, hareket sahasının yönlerini, etki alanları asla tartışmaya izin vermez. Cemaat hareketleriyle yetişen bireylerde harakiri ruhu çok daha yaygın ve salgındır. Cemaatin tehlikeye düşmesi, onun varlığının tartışılması anlamına değil de ilahi olanın tartışıldığı şeklinde yorumlanır ve itaatkâr üye bir müddet sonra belirli bir komutla dehşetli bir savaşçıya dönüşür. Kendisini korumak ve geliştirmek için sermaye hareketlerine ihtiyacı olduğunu söyleyen bir cemaat, bir müddet sonra kendisini koruyacağına inandığı sermayeyi koruma telaşına düşer ve asli yoldan müthiş bir hızla sapar. Bu sapma tamamen alakasız olmasına rağmen teolojik tartışmaları da beraberinde getirir. Grup, varlığına tehdit olarak algıladığı sermaye sorunlarını, sermaye diliyle değil de ilahi alana ait bir dille çözmeye çalışır; bundan amaç inananlarına müthiş bir savunma alanı ve meşruiyet açmadır. Peki, bu işe yarar mı? Bir müddet yarar gibi görünse de, ortaya çıkan sonuç tam da abduraman çelebi hikâyesine döner. Kendi cinsinden bir çözüme sunulmayan her türlü sorun, kendisini ortaya çıkaranı yemeye başlar. Cemaatlerde ruhani, manevi, dini ve dünyevi anlamda ve mutlak bir teslimiyet beklenir. Tartışmadan, sorgulamadan, lidere itirazdan şeytandan kaçınıldığı gibi kaçınılır. Cemaat lideri yarı tanrısal bir konumdadır, varlığı varlığına armağan edilmeyi bekleyen binlerin merkezinde ilahi bir metafor olarak somutlanır. Her hareketi, keramet ve hakikatin tam da esasıdır. Bu Ağacın Dalı Niye Düştü Sahtelerini bir yana bırakalım. Hakiki evliya için keramet göstermek utanılası bir durum olmuştur. Bu yüzden keramet için bunlar "hayz-ı rical" derlermiş. Bir veliye "Sizin kerametiniz nedir?" Diye sorulunca kulaklara küpe olacak şu cevabı vermiş "En büyük keramet istikamet üzere yaşayabilmektir!" Yani dininin gereklerini yerine getirerek yaşayabiliyor musun? İşte en büyük keramet budur demek oluyor. Rivayete göre Abdülhakim Arvasi bir gün müritleriyle beraber bir ağacın altına oturmuş sohbet ediyorlarmış. Hazret “ateş olsa da şöyle bir kahve pişirsek” demiş. O, bu sözü söyler söylemez ağacın tepesinden kuru bir dal parçası hemen önlerine düşüvermiş. Etrafta birden derin bir sessizlik olunca Arvasi hazretleri hemen bir müridine dönerek “söyle bakayım ne oldu?” diye sormuş. Mürit, gayet kendisinden emin bir hareketle “Efendim, bu dalın ömrü dolmuş ve eceli geldiği için aşağı düşmüştür” demiş. Bu sözlere hayli sevinen Arvasi hazretleri “bana böyle müritler bahşeden Allah’a hamdolsun!” demiş. Müritler, bütün bu sünnetullahı şeyhin takdirine bağlayınca tarikatların kapılarına vurulacak zincirlerin halkaları daha da sıklaştı. Onlar keramet izhar etmediler, öbürleri illa da bunu keramete yorumlamak istediler., Şeyhler de cahil müritlerden Allah’a sığındılar. Onların yerleri alan Cemaatlerde bu durum nasıl tevarüs etti? Gerçi, cemaat liderleri de cahil mensuplarından Allah’a sığındılar Fakat günümüz cemaatlerine bakıyoruz, yetiştirilen insan tipine bakıyoruz; Sorgunun, eleştirinin istikametine ve hacimsel ağırlığına bakıyoruz; Korumak için edinilenlerin korunması için sarf edilen o muazzam gayretlere ve savaşlara bakıyoruz; Tarikatları ve dergâhları kapatarak onların yetiştirdiği insan tipinden toplumu temizlemek isteyenlerin, cemaatler bu haldeyken niyetlerinin ne kadar tahakkuk ettiğine bakıyoruz; Mutlak itaatin yarattığı insan tipinin kutsalla dönüştürülmek istenen insan tipiyle mukayesesine bakıyoruz… Yunus Emre’nin “ Dizelerini “şeriat, cemaat yoldur varana” diye hafifçe değiştirelim. Buyurun siz de bakın, sonuçta etrafta görünen nedir? Twitter Facebook RSS feed Gizlilik Politikası Çerez Politikası Benden İçeru İlahi Sözü Dinin terk edenin küfürdür işi bu ne küfürdür imandan içeru, Şeriat, tarikat yoludur varana hakikat marifet andan içeru. Dinin terk edenin küfürdür işi bu ne küfürdür imandan içeru, Şeriat, tarikat yoludur varana hakikat marifet andan içeru. Ben seni severim candan içeru yolum vardır bu erkândan içeru, Şeriat tarikat yoldur varana hakikat marifet andan içeru. Beni bana sorma ben ben değilim bir ben vardır bende benden içeru, Şeriat, tarikat yoludur varana hakikat marifet andan içeru. Süleyman kuşdili bilir dediler, Süleyman var Süleyman’dan içeru, Şeriat, tarikat yoludur varana hakikat marifet andan içeru. Dinin terk edenin küfürdür işi bu ne küfürdür imandan içeru, Şeriat, tarikat yoludur varana hakikat marifet andan içeru. - 0100 Son Güncelleme - 0100 Sual Yunus Emre’nin, Şeriat, tarikat yoldur varana. Hakikat, marifet andan içeru sözünü ileri süren felsefeci tarikatçılar, Biz batın bilgilerini biliyoruz. Birçok haramlar bize helaldir. Sual Yunus Emre’nin, Şeriat, tarikat yoldur varana. Hakikat, marifet andan içeru sözünü ileri süren felsefeci tarikatçılar, Biz batın bilgilerini biliyoruz. Birçok haramlar bize helaldir. Siz kitaptan öğreniyorsunuz. Bizse, Peygambere sorup anlıyoruz. Hatta Allah’tan sorup öğreniyoruz. Şeyhimizin himmeti bizi marifetullaha kavuşturuyor. Kitaptan, üstaddan bir şey öğrenmeye ihtiyacımız yoktur. Din bilgilerine kavuşmak için, fıkıh bilmeye ihtiyaç yoktur. Bizim yolumuz sevgi yoludur. Eğer bu yol bozuk olsaydı, nurlar, Peygamberler, ruhlar, bize görünmezlerdi. Biz yanılırsak, haram işlersek, rüyada bize bildirilir, doğruları öğretilir. Fukahanın kötü gördükleri şeyler, bize rüyada kötülenmedi, iyi bildiğimiz için yapıyoruz. Bunun için şeriat yani dinin emir ve yasakları önemli değil, önemli olan marifete kavuşmaktır diyorlar. Dinin emir ve yasaklarına uymak önemli değil mi? CEVAP Cahiller, tasavvuf ehli zatların sözlerini anlamadıkları için, böyle yanlış yorumluyorlar. Yunus Emre, bu sözüyle, Dinin emri bir yoldur, bu yolda yürüyen, hedefine varır, rıza-i ilahiye kavuşur, Cennete gider. Bir de, hakikat var, marifet var, bunlar daha kıymetlidir, daha kıymetliye kavuşmak için, önce emir ve yasaklara uymak gerekir demek istiyor. Marifet, marifetullah nedir, bunu bilirsek mesele kalmaz. Marifet sahibi olmak, marifetullaha kavuşmak evliya olmak demektir. Tasavvufun gayesi, insanı marifetullaha kavuşturmaktır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki Marifetullah, Allahü teâlânın zatını ve sıfatlarını tanımak demektir. Zatını tanımak, anlaşılamayacağını anlamaktır. Sıfatlarını tanımak, mahlûkların sıfatlarına benzemediklerini anlamaktır. Marifetullahın meydana gelmesi mâsivanın tamamına muhabbetten kalbin kesilmesine, kurtulmasına bağlıdır. Bir kalbde, iki zıt şeyin sevgisi bir arada olmaz. 3/36 Devamlı üstünlük, Allahü teâlânın marifetinden dolayıdır. Hazret-i Ebu Bekir, marifetullah cihetiyle hepsinden üstündür. Eğer başka bir sahabi, marifetullahta Ebu Bekr-i Sıddık’tan daha üstün olsa idi, üstünlük onun hakkı olurdu. Bir hadis-i şerif meali Ebu Bekr’in, sizden üstün olması, namaz ve orucunun çokluğuyla değildir. Onun kalbinde dolu olan şeyledir. [Şevahid-ün-nübüvve] SUYA ABDEST BOZMAMALI Sual Hiçbir suya abdest bozmamalı deniyor, klozet içindeki sular da, buna dâhil midir? CEVAP Hayır, klozetteki su, buna dâhil değildir. Orası zaten abdest bozma yeridir. Abdest bozulması uygun olmayan sular; insan veya hayvanların içtiği yahut insanların kullandığı sulardır. Bunlar da, ırmak, çay, göl, gölet, havuz ve su birikintileridir Tel 0 212 - 454 38 20 Faks 0 212 - 454 38 29 - Allahü Teala “Nefsini temizleyip arındıran tezkiye eden kurtulmuştur” A’la, 14 buyurur. Peygamberimiz “Şeriat kavlim, tarikat halim, hakikat Re’sülmalimdir.” Yani; Allah’la yeminim üzere şeriate uyarım ama şu andaki halim Allah’a giden yol üzerinde istikrar üzere oluşumdur. Ulaşacağım nokta ise Hakikat’tir çünkü bu bana ezelden verilmiştir. “Mü’minin kalbi Allah’ın evidir; mü’minin kalbi Allah’ın arşıdır; mü’minin kalbi Allah’ın aynasıdır; mü’minin kalbi Allah’ın hazineleridir” buyurmuştur. Yani; Allah’la yeminim üzere şeriate uyarım ama şu andaki halim Allah’a giden yol üzerinde istikrar üzere oluşumdur. Ulaşacağım nokta ise Hakikat’tir çünkü bu bana ezelden verilmiştir. Şeriatte kısas vardır. Tarikat fiilin Hak olduğunu muhakkak bilmektedir ancak vasıtayla, vesileyle de ilgilenir. Hakikat vasıtayı geçmiş, sadece ve sadece Allah ile meşguluyettir. Marifet ise halka baktığında Hakkı görmek mertebesine ermek demektir. Tarikatın gereği susmaktır, eylemin Hakk’tan olduğunu bile bile nasıl konuşur. Bazı mefhumlar vardırki Şeriatte helal olan tarikatte haram, tarikatte helal olan hakikatte haramdır. Örnek verecek olursak kısas şeriatte helaldir, tarikatte haramdır. Hz. Ali der ki “Sen bana haramdan geç dedin ben ise helalinden de geçtim”. Şeriatte doyduktan sonra yemek israftır. Tarikatte ise, doyuncaya kadar yemek israftır. Hakikatte, kifayet miktarını AllaH’ın huzurundan gafil olarak yemek israftır. Marifette de, bütün bunlara ilaveten nimetlerdeki ilahi tecellileri idrak etmeden yemek israftır. İsraf ise haramdır Tarikatın ilk merhalesi şeriattır. İlahi hükümlerin kul tarafından gerçekleşmesini emredici kanun demektir. Hakikat ise tarikatın bir üst seviyesidir. Demek ki taRikat; şeriatten hakikate varan yoldur. Hakikatle güçlenmeyen şeriat ve şeriate de bağlı olmayan hakikat geçerli değildir. Şeriat hakikatin zahiri, hakikat ise şeraatin batını olup, şeriatsiz hakikat makamı bulunmaz. Hakikate ulaşabilmek için hakikat denizine dalmak gerekir. Hakikatte ikilik yoktur; bu makamda kişi, kahrı ve lutfu bir görür. Tarikat; şeriatın meyvesidir ve hakikatin ağacıdır. Tarikatte kutup makamına gelen kişi şeriat, tarikat, hakikat ve marifet mertebelerini geçmiş, Allah tarafından seçilmiş, değer verilmiş ve asfiyalardan olmuştur. Bu 7 makama sahib olmak demektirki; 4+3, FatihA’nın 7 ayetine, insanın cemalinde olan 7 rumuza, ateş, su, hava ve toprak ile akıl, ruh ve nefs’e işaret etmektedir. İşte o zaman marifet ehli Kutbu-l evliya, devrin sahibi olur. O nedenle Peygamberimiz “Beni gören Allah’ı görür, kim ki Allah’ın velisine ihanet ederse Allah’a ihanet eder” Hadis-i kudsi olarakta; “Kim benim velime düşmanlık ederse ona harb ilan ederim,…”buyurmuştur. Şeriat, tarikat, hakikat, marifet sadece kul’un geçirdiği evreler değildir. Kainattaki her şey bu evreleri geçirmektedir. Şeriat derimiz, tarikat et, hakikat kemik, marifet iliktir. Şeriat ilaç, tarikat ilacı kullanmak, hakikat ise hastalığın tedavi olması, marifet ise hepsine rıza göstermektir. Şeriat ışık, tarikat yol, hakikat varılacak yer, marifet o yere ulaşılma sebebidir. Şeriat ilimdir, tarikat ameldir, hakikat o amelin semeresi, marifet neticesidir. Şeriat gemi, tarikat okyanus, hakikat oradaki mücevHerat, marifet ise o cevherlerden alınan menfaattir. Şeriat bir ağaç, tarikat onun dalları, hakikat yaprakları, marifet de meyveleridir. Mesnevi şerhinde buyurulur “Kelam sahibi olan Allah cc, bulutun kulağına bir sır söyledi, gözünden su tulumu gibi yaşlar boşandı. Gülün kulağına bir sır söyledi; onu renk ve rayiha koku saltanatıyla güzelleştirdi. Taşa bir sır söyledi; onu maden içinde akik etti. Yani latif sıfatıyla tecelli edip buluttan su akıttı, gülü güzelleştirdi, taşı da kıyMetlendirdi. İnsan vücuduna da bir sır verdi; o sırrı muhafaza eden marifet ehlini sonsuzluğa yüceltti. İlahi alemden ilham alan bu Hak dostları, cisimden kurtulup Hakk’a yakınlığın sırrına erdi.” Marifet sahibi bir Allah dostu derki ; “Hiç şüphesiz ki bu sırlar, farklı tecelliler halinde marifete medar olan muhabbet sırrıdır. Muhabbet sırrı ki, her şeyin kemali ve güzelliği onun feyizli ikliminde gizlenmiştir. Yüksek seviyedeki Allah dostlarında zati muhabbet tecellileri kesifleşir. Zati muhabbet, bir kişinin bir faniyi gayr-i iradi sevmesi ve bir aşk bağlantısı kurmasıdır. Bu muhabbet mecazidir. Hakiki zati muhabbet ise Rabb’e bu tür bir meclubiyet ve O’nda fEna olma halidir.” Yunus Emre ne güzel söylemiştir. Şeriat tarikat yoldur varana Hakikat ma’rifet andan içeru Evvel kapu şeriat, geçse andan tarikat Gönül evi ma’rifet, ışk hakikat içinde Bu dört menzildür utan, ledün makamın tutan Oldur menzile yiten, tamam murad içinde Marifet ehli kimse, Cenab-ı Hakk’ın niteliksiz ve niceliksiz olarak bir olduğunu kavrayarak muvahhid-i kamil olur. Allah’ın dışındakileri terk ve marifetullah, nefy ve isbattan oluşan kelime-i tevhidin manasında gizlidir. Burada nefy, terk-i nefstir; isbat ise Allahü Teala’yı marifettir. Yani kişi “la ilahe” demekle mal ve makam sevgisini içinden çıkarıp terk ederek nefsi tarafını tamamlamış ve “illallah” demekle de içi nurlanıp zevk ve şevk hasıl olarak marifetullah müyesser olmuş ve kendi yaratıcısını bilerek isbat tarafını tamamlamış demekTir. İşte böylece kelime-i tevhidi ihlasla zikreden kimseye cennet vacip olur. Nitekim buna işaretle Peygamberimiz “Halis ve muhlis olarak la ilahe illallah diyen kimseye cennet vacip olur” buyurmuştur. MARİFET HAKKA MUHABBETTİR. ÖLMEDEN ÖNCE OLMAKTIR. HAK YOLUNDA PİŞMEK VE YANMAKTIR SON MERTEBE “LİKAULLAH” MERTEBESİDİR. Derleme

şeriat tarikat yoldur varana ilahisi